SON DAKİKA
Hava Durumu

#İklim Masasi

Porsuk Haber Ajansı - İklim Masasi haberleri, son dakika gelişmeleri, detaylı bilgiler ve tüm gelişmeler, İklim Masasi haber sayfasında canlı gelişmelere ulaşabilirsiniz.

Dr. Ezgi Ediboğlu: ''Gözler, Antalya’daki COP 31’de'' Haber

Dr. Ezgi Ediboğlu: ''Gözler, Antalya’daki COP 31’de''

Dr. Ezgi Ediboğlu, COP 30'da alınan kararları, çözülemeyen ve Antalya'ya devredilen başlıkları, ayrıca Türkiye'nin ev sahipliğinde gerçekleşecek COP 31'in ''başarılı'' kabul edilmesi için Ankara'dan beklenecekleri değerlendirdi. Max Planck İnovasyon ve Rekabet Enstitüsü’nde kıdemli araştırmacı olarak çalışan, Hukukçu, Çevre ve İklim Değişikliği hakkında uzman olan Dr. Ezgi Ediboğlu COP30 ile ilgili yaptığı değerlendirmelerde şu ifadeleri kullandı; ''Amazon’un kalbinde büyük beklentilerle başlayan COP 30’da, fosil yakıtlardan çıkış ve ormansızlaşmayı durdurma gibi kritik başlıklarda somut ilerleme sağlanamadı. Zirveden yalnızca uyum finansmanının üç katına çıkarılması yönünde zayıf bir karar çıktı. Liderlik eksikliği ve çelişkili ulusal politikalar, kararları niyet bildirimi düzeyinde bıraktı. Türkiye’nin ev sahipliğinde gerçekleşecek COP 31’den, ertelenen bu kritik başlıklarda güven veren bir yönlendirme ve elle tutulur kararlar beklenecek. Brezilya’nın, Amazon’un kalbindeki Belem şehrinde yapılan 30. Taraflar Konferansı (COP 30) sona erdi. Toplantıda yalnızca iklim değişikliğinin etkilerine uyum finansmanı hakkında zayıf da olsa elle tutulur bir karar alınabildi. Fosil yakıtlardan çıkış ve ormansızlaşmayı durdurma konularında beklenen yol haritaları üzerinde uzlaşmaya varılamadı. Çözümsüz kalan konular, yeniden görüşülmek üzere Antalya’da düzenlenecek COP 31’e bırakıldı. Her COP aynı ölçüde sonuç üretmeyebilir; bu, sürecin doğasında var. Ancak COP 30, Uluslararası Adalet Divanı’nın devletlerin iklim değişikliği ile mücadeleden sorumlu olduğuna dair tavsiye görüşünü açıklamasından sonra düzenlenen ilk COP olma özelliğini taşıyor. 1.5°C hedefinin fiilen kaçmasının ağırlığıyla da birleşince, sadece yetersiz değil, endişe verici bir siyasi trendin parçası niteliğinde. Büyük laflar, çelişkili adımlar Zirve, Brezilya Devlet Başkanı Luiz Inácio Lula da Silva’nın yüksek profilli çıkışları, Amazon’un kalbinde verilen “fosil çağını bitirme” mesajları, “hakikat COP’u” ve “uygulama COP’u” mottoları ile yüksek profilli bir şekilde başladı. Oysa yakın geçmişe kısaca bakmak bile şüpheci olmak için yeterliydi: Lula 2023’te, tam da COP 28 dönemlerinde, Brezilya’nın petrol üretimini artıracak kararları onayladı ve petrol ihraç eden ülkelerden oluşan OPEC+’a dahil olmak istediklerini duyurdu. 2025’te Brezilya, COP 30’a ev sahipliği yapacak olmalarına rağmen, OPEC+’a katıldı; petrol üretimini artırma planları da devam ediyor. Lula’nın “fosil çağını bitirme” mesajlarını, bu somut adımları bağlamında değerlendirmek gerekiyor. Aslında tüm bunlar, COP’larda edilen büyük lafların altının ne kadar boş olduğuna iyi bir örnek teşkil ediyor. Liderlik eksikliği, zayıf kararlarla sonuçlandı COP 30’un etkisizliğinin bir diğer nedeni ise Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) zirveye katılmamasıyla oluşan liderlik eksikliğiydi. ABD’den açılan boşluğu Çin’in doldurması ve belirgin bir liderlik rolü üstlenmesi bekleniyordu, ancak öyle olmadı. Bu liderlik açığı, ev sahibi Brezilya’nın müzakerelere yeterince yön verememesiyle birleşince, COP 30 kararları gerçek anlamda zayıf oldu. Niyet listesi gibi sonuç kararı ''Küresel Mutirão'' olarak adlandırılan COP 30 kararında 59 paragraf yer alıyor. Bunlarında yalnızca sekizinde yeni bir karar alma ifadesi var. Kararların geri kalanı, ‘‘not ediyor’’, ‘‘tanıyor’’, ‘‘onaylıyor’’ gibi yeni bir adım içermeyen paragraflardan oluşuyor. Oysa onca yıl ve onca karardan sonra devletlerin hâlâ uygulamada ne denli zayıf olduğu düşünüldüğünde, COP kararlarının bir niyet listesine dönüşmemesi gerekiyor. Kararda fosil yakıtların bahsi bile geçmiyor Zirvenin en kritik başlıklarından biri fosil yakıtlardı. Fosil yakıtların açıkça anılması, COP 28’e kadar geçen yaklaşık 30 yıl boyunca neredeyse tamamen tabu olarak kaldı.COP 28 karar metninde geçen fosil yakıtlardan ‘‘uzaklaşma’’ söylemiyle kısmi bir eşik aşılmıştı. COP 30’un da fosil yakıtlardan tamamen ve adil bir şekilde çıkabilmek için bağlayıcı, zaman çizelgeli ve somut bir ‘‘yol haritası’’ çizmesi bekleniyordu. Ne yazık ki bu da başarılamadı. Hatta ‘‘fosil yakıt’’ ifadesi, kararda hiç geçmiyor. Bu konuda ısrarcı olan 80 devlet bulunmasına rağmen ve devletlerin bu çağrısını karara not eden paragrafta dahi fosil yakıt ifadesi geçmiyor. Bu konu, Türkiye’nin COP 31’deki ana sınavlarından biri olarak karşımıza gelecek gibi görünüyor. Amazonlar’dan bile ormansızlaşma yol haritası çıkamadı Amazonlar’da düzenlenen COP 30, ormanların korunması konusunda sembolik öneme sahipti ve yerli halkların yüksek katılımıyla gerçekleşti. Bu rağmen, çıkmasına kesin gözüyle bakılan, ormansızlaşmanın önlenmesi için bir yol haritası oluşturmaya dair çalışmalar da karar metnine giremedi. Ormansızlaşmayı durdurma hedefi yeniden teyit edilse de, hedefe ulaşmayı sağlayacak yeni, bağlayıcı bir yol haritası veya mekanizma yok. COP 30’da ormanları koruma hedefiyle yağmur ormanları yatırım fonu ( Tropical Forests Forever Facility, TFFF ) kuruldu; ancak fonun etkinliğiyle ilgili ciddi endişeler var . Amazon’da kritik eşik noktasına yaklaşan ekositemlerin bulunduğu bir bölgede yapılan COP’un dahi somut bir ormansızlaşma yol haritası üretememesi, Belem’in en dikkat çekici eksikliklerinden biri oldu. Uyum finansmanı hedefi, gerçek ihtiyacı karşılamaya yetersiz COP 30’un finansman ayağında öne çıkan tek taahhüt ise uyum finansmanının üç katına çıkarılması oldu. Bu karar kulağa iddialı gelse de, ne kaynak dağılımı, ne finansmana ne zaman başlanacağı ne de paydaşların katkısına dair net bir yol haritası sunulmuş değil. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) verilerine göre son yıllarda küresel uyum finansmanı yaklaşık 32 milyar dolar seviyesindeydi. Bunun üç katı, yaklaşık 96 milyar dolarlık bir bütçe anlamına geliyor. Ancak COP metni başlangıç yılını belirtmediği ve kamu-özel ayrımı netleşmediği için ülkeler bu hedefi 120 milyar dolar civarında - yani ihtiyaca biraz daha yakın bir düzeyde - yorumladı. Küresel uyum ihtiyacının ise 2030’a kadar yıllık 160 ile 340 milyar dolara ulaşacağı hesaplanıyor . İhtiyacın boyutu göz önüne alındığında, üç katlık artışın da gelişmekte olan ülkelerin giderek büyüyen uyum açığını kapatmaya yetmeyeceği görülüyor. COP 28’de taslağı oluşturulan, iklim değişikliğinin etkilerinden zarar gören yoksul ülkelere finansal destek sağlayacak Kayıp ve Zarar Fonu da Belem’de tamamlanamadı. Fonun yönetim yapısı, katkı yükümlülüklerinin nasıl dağıtılacağı gibi teknik hususları hâlâ net değil. Bu dosya da Antalya’ya devredildi. Ticarete yönelik kısıtlamalar daha çok konuşulacak Ticaret konusunda COP 30’da, özellikle AB’nin Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması’nın (SKDM) etkisiyle, gelişmekte olan ülkelerin artan endişelerine öne çıktı. Bu konu karar metnine sade bir şekilde, uluslararası ticarete keyfi ve haksız kısıtlamaların olmaması niyetini ifade eder bir şekilde girdi. Zirve boyunca, yeşil sanayileşme ve ticaret politikalarının iklim hedefleriyle uyumlu hale getirilmesi gerektiği vurgulandı. Kritik minerallerin adil tedarik edilmesi ve sınırda karbon düzenlemelerinin gelişmekte olan ülkeler üzerindeki etkileri tartışıldı. Bu tartışmalar karar metninde net bir şekilde yer alamadı ancak tartışmaların devam edeceğini ve ticaret konusunun bundan sonra çokça konuşulacağını düşünmek hata olmaz. COP 30’da iklim dezenformasyonuna karşı tavır alınması da dikkat çekiciydi. Yanlış ve yanıltıcı bilgilerin iklim eylemini geciktirdiği vurgulandı. Bazı ülkeler ilk kez ‘‘ İklim Bilgi Bütünlüğü Bildirgesi ’’ne imza atarak, bilim insanlarını ve çevre gazetecilerini destekleme sözü verdi. Belem’den Antalya’ya: Türkiye güven verebilmeli Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın açıklamasına göre COP 31 Liderler Zirvesi İstanbul’da, müzakereler ise Antalya’da düzenlenecek. COP 31 için rekabet eden Türkiye ve Avustralya arasında varılan alışılmadık uzlaşıya göre COP 31 başkanlığı Türkiye’de olacak, ancak müzakerelere Türkiye’nin atayacağı bir Avustralyalı temsilci başkanlık edecek. Antalya’da fosil yakıtların geleceği, uyum finansmanı, Kayıp ve Zarar Fonu gibi kilit başlıkların ilerleyebilmesi, Türkiye’nin tarafları dengeli ve etkin bir müzakere zemininde tutabilme kapasitesine bağlı. COP 31 ev sahipliği, Türkiye için yalnızca bir organizasyon meselesi değil. Aynı zamanda kendi iklim politikalarını uluslararası kamuoyu önünde daha tutarlı, şeffaf ve güvenilir bir çerçeveye oturtma zorunluluğu anlamına geliyor. Bu bağlamda ev sahibi ülkelere yönelik temel beklentiler, Türkiye için de geçerli olacak: Açık hedefler, iyileştirilmiş şeffaflık, bilim temelli emisyon azaltım yolları ve müzakerelerde taraflara güven veren bir yaklaşım. Türkiye’nin mevcut emisyon artış eğilimi, atık yönetimindeki sorunlar, fosil yakıt desteklerinin sürmesi, İkinci Ulusal Katkı Beyanı’nın zayıf bulunması ve insan hakları ihlalleri, en sık dile getirilen zafiyetler arasında yer alıyor. Daha güçlü iklim hedefleri, ev sahipliği sorumluluğu COP 31 öncesi Türkiye’nin iklim hedeflerini daha güçlü, ölçülebilir ve Paris Anlaşması’yla uyumlu hâle getirmesi yalnızca bir beklenti değil, ev sahipliği sorumluluğunun doğal bir uzantısı. Bilimsel gerçeklikle uyumlu, orta vadeli mutlak azaltım hedefi; enerji dönüşümünde takvimlendirilmiş adımlar; kömürden çıkışa ilişkin netlik; ulusal politikalar ile 2053 net sıfır hedefi arasındaki uyumsuzlukların giderilmesi, Türkiye’nin hem müzakere masasındaki inandırıcılığını hem de COP 31’in başarısını güçlendirebilir. Kısacası Türkiye, COP 31’e giderken bir yandan tarafları bir arada tutan güvenilir bir süreç yöneticisi olmak, bir yandan da kendi emisyon azaltım ve uyum politikalarını güçlendirerek ev sahibi ülke olarak ortaya koyduğu iklim vizyonunu somutlaştırmak zorunda.'' Kaynak: İklim Masası - www.iklimmasasi.com Kaynak: Dr. Ezgi Edipoğlu

Türkiye’de Her 10 Kişiden 8'i İklim Değişikliğinden Endişeli Haber

Türkiye’de Her 10 Kişiden 8'i İklim Değişikliğinden Endişeli

Türkiye’nin yüzde 82’si, iklim değişikliğinden bireysel olarak zarar göreceğinden endişe ediyor. Pew Araştırma Merkezi’nin sekiz orta gelirli ülkede yaptığı araştırma, toplumların çoğunluğunun iklim değişikliğinden etkilendiklerini düşündüğünü ve bu etkilerle mücadele etmek için yaşamlarında değişiklik yapmaya gönüllü olduklarını ortaya koyuyor. Türkiye’de halkın en büyük endişesi ise kuraklık ve susuzluk (%75). Pew Araştırma Merkezi’nin Türkiye’nin de aralarında bulunduğu sekiz orta gelirli ülkede yaptığı anket, tüm ülkelerde toplumların çoğunluğunun iklim değişikliğinin yaşadıkları bölgeyi etkilediğini düşündüklerini ve etkilerini azaltmak için hayatlarında değişiklik yapmaya gönüllü olduklarını ortaya koyuyor. Türkiye’nin yanı sıra Arjantin, Brezilya, Hindistan, Endonezya, Kenya, Meksika, Nijerya ve Güney Afrika’da 12 bin 375 kişiyle yüz yüze yapılan ankete göre, katılımcıların büyük çoğunluğu iklim değişikliğinden bireysel olarak zarar görme endişesi taşıyor. Bu oran çoğu ülkede %80’in üzerinde, Türkiye’de ise yüzde 82. Türkiye’de katılımcıların yüzde 75’i için en büyük endişe kuraklık ve susuzluk. Ankara Bilim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Başar Baysal, bu sonucu, iklim değişikliğinin etkilerine dair farkındalığın artmasıyla açıklıyor. Susuzluk gıda güvenliğiyle doğrudan ilişkili olduğu için, bu endişenin öne çıkmasının anlaşılır olduğunu belirten Baysal, ankette dikkat çeken bir başka bulgunun, sıcak hava dalgalarına yönelik endişenin düşük olması olduğunu söylüyor. Türkiye’nin son beş yılda yaygın ve büyük çaplı yangınlar yaşadığını hatırlatan Baysal, buna rağmen sıcak hava dalgalarının öncelikli bir tehdit olarak görülmemesini ‘‘yangınlar ile sıcak hava dalgaları arasındaki ilişkiye dair farkındalığın henüz oluşmamasına’’ bağlıyor. Baysal, araştırmanın, Türkiye’de iklim yasası tartışmalarının sürdüğü ve aynı dönemde iklim karşıtı sosyal medya kampanyalarının yoğunlaştığı bir zamanda yapıldığına dikkat çekiyor. Bu süreçte ‘‘yapay et yemek zorunda kalacağız’’, ‘‘tarım arazilerine el konulacak’’ ya da ‘‘iklim değişikliği bir küresel komplodur’’ gibi asılsız iddiaların yaygınlaştığını hatırlatan Baysal’a göre, bu tür dezenformasyonların anket sonuçlarını kısmen etkilemiş olması mümkün. Yine de Baysal, Türkiye dâhil tüm ülkelerde iklim değişikliği farkındalığının yüksek, iklim şüpheciliğinin ise düşük olduğunu vurguluyor: ‘‘Ankette yer alan ülkeler, ‘orta gelir seviyesindeki ülkeler’ olarak sunulmuş. Ancak iklim çalışmaları perspektifinden bakarsak, bunları gelişmekte olan ve iklim değişikliğinde tarihi sorumluluğu olmayan ülkeler olarak da tarif edebiliriz. Tarihi sorumluluğu olmayan ülkelerde bile farkındalığın bu denli yüksek olması son derece kıymetli.’’ Ankara Bilim Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Başar Baysal’ın çalışmaya dair değerlendirmeleri şu şekilde; En büyük endişe kuraklık ve susuzluk Türkiye’de toplumun %75’inin en büyük endişesi, kuraklık ve susuzluk. Aynı oran 2015’te %35’miş. Bence bu, farkındalığın artması ile ilgili. ‘‘İklim değişikliği bir köpekbalığı ise dişleri su güvenliğidir, suya yönelik tehdittir,’’ diye bir söz vardır. Su, çok boyutlu bir konu; su güvenliği deyince işin içine gıda güvenliği de giriyor çünkü tarımla da doğrudan bağlantılı. Türkiye’de bu endişe çok ayrışarak artmış ve diğer ülkelere yaklaşmış. Bu çalışma kapsamında yer alan diğer ülkelerde de temel olarak su ve gıda güvenliğine yönelik endişe görüyoruz. İnsanların hayatını doğrudan etkileyebilecek bir konu olduğundan bu endişenin öne çıkması normal. Geçen yıl İstanbul Politikalar Merkezi’nde yaptığımız çalışmada da iklim değişikliğinin yarattığı en önemli tehdit, benzer olarak su güvenliği çıkmıştı. Biliyorsunuz her yıl yaz aylarında ‘‘İstanbul’un barajlarında iki aylık/15 günlük su kaldı,’’ gibi haberler görüyoruz. Dolayısıyla toplum bununla yüz yüze geliyor ve doğrudan hayatını etkileyen bir tehdit hissediyor. Çevresel konularla ile ilgili uluslararası toplumdaki dönüşüme baktığımızda da insanların farkındalığının, buna bağlı gayretlerin, Çernobil faciası ya da ozon tabakasının incelmesi gibi tehlikelere maruz kaldıktan sonra arttığını görüyoruz. Baraj sularının azalması, yangınlar ya da seller gibi insanları doğrudan etkileyen tehditler karşımıza çıktıkça, Türkiye’de de insanların farkındalığı artıyor. Yangınların iklim değişikliği ile ilişkisi göz ardı ediliyor Burada başka bir durum dikkatimi çekti: Hem Türkiye’de hem de dünyanın genelinde, sıcak hava dalgalarına dair endişe çok düşük. Aslında bildiğiniz gibi Türkiye’de son beş yılda çok büyük yangınlar yaşadık. Bu yıl da yaşandı, 2021’de yaygın ve büyük çaplı yangınlar oldu. Bu konu da her yaz toplumun ve siyasetin gündeminde yer alıyor. Buna karşın sıcak hava dalgalarına yönelik endişenin çok düşük olduğunu görüyoruz. Bence sıcak hava dalgalarının tehdit olarak öncelenmemesi, yangınlar ile sıcak hava dalgaları arasındaki ilişkiye dair farkındalığın henüz oluşmamasından kaynaklanıyor. Bu konuda, farklı grupların yangınları çıkardığına dair birçok iddia ortaya atılıyor ve böylelikle iklim değişikliğinin yarattığı temel etki göz ardı ediliyor. İnsanların bu gibi daha basit açıklamalara inanması çok daha kolay. Ama aslında yangınların iklim değişikliği ile ilişkisi, bilimsel olarak netlikle ortaya konulmuş bir şey. Sıcak hava dalgalarından dolayı hem havadaki nem hem de ormandaki yanıcı maddelerin nemi azalıyor ve yanıcılığı artıyor. Yangınların sıklığı ve şiddeti artıyor. Oysa Türkiye gündeminde, bu temel ilişkiden ziyade, yangınların ortaya çıkmasındaki farklı sebepler tartışılıyor. Belki de bu nedenle, sıcak hava dalgaları henüz çok önemsenen bir tehdit gibi görünmüyor. İklim değişikliğinin varlığı, sorumluluktan kurtarmaz Yangınlarla ilgili bir düşman belirlerseniz - örneğin ‘‘teröristler yaktı’’ derseniz - suçluyu bulmuş ve kalan herkesi aklamış oluyorsunuz. Bazı sorumluluklardan da kaçınmış oluyorsunuz böylece. Öte yandan yangınları tamamen iklim değişikliğine bağlamak da sorumluluktan kurtulma aracı haline gelebilir. Eskiden hayatımızda ‘‘trafik canavarı’’ diye bir kavram vardı; tüm trafik kazalarının trafik canavarlarından kaynaklandığı şeklinde bir algı yaratılıyor ve yolların daha iyi yapılması gerekliliği, cezaların ağırlaştırılması gibi tedbirler, tartışma kapsamının dışına atılıyordu. İklim değişikliği ve yangınlar söz konusu olduğunda da, sorumluluğu tamamen soyut ve yenilmesi mümkün olmayan bir ‘‘iklim canavarına’’ atmak, sorumluluktan kurtulmak için bir yöntem olabilir - bu riski de vurgulamak isterim. Hayatında değişiklik yapma isteği düşük Bu çalışmanın iki temel kısmı var. İlkinde algılara bakıyor: İklim değişikliğini bölgemiz için tehdit olarak görüyor muyuz? Bireysel olarak endişeli miyiz? Hangi tehdidi önceliyoruz? Bu noktada diğer ülkeler gibi Türkiye’de de farkındalık ve endişe yüksek. Toplum, iklim değişikliğinin tehlikeli olduğunu ve kendi hayatlarını etkileyeceğini biliyor. Anketin ikinci kısmı ise iklim değişikliği ile başa çıkmaya dair. ‘‘İklim değişikliği ile mücadeleden kim sorumlu? Kimler bu tehditle başa çıkmada başarı sağlayabilir? Kimler, hayatında değişiklikler yapmaya ne derece gönüllü?’’ sorularına odaklanıyor. Türkiye işte burada diğer ülkelerden ayrışıyor. Evet, farkındalık yüksek ama bireysel olarak hayatlarında değişiklik yapma isteği diğer ülkelerde %80 iken Türkiye’de %57. Bunda neler etkili olabilir? Öncelikle şunu söyleyeyim: Bizim geçen sene yaptığımız ankette, Türkiye’de iklim değişikliği konusunda yetkililerin yeterince tedbir almadığını söyleyenlerin oranı %80 çıkmıştı. Bu çalışma ise bireysel değişiklik yapma konusundaki gönüllülüğün çok düşük olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla aslında tedbir alınmasına dair bir istek var. Ama ‘‘tedbiri ben bireysel olarak almayayım, devlet alsın,’’ gibi bir yaklaşım söz konusu olabilir. Bu meselenin aslı, araştırılmaya muhtaç. Türkiye’de vatandaşla devlet arasındaki ilişkinin bu durumuna etkisinin araştırılması gerekiyor olabilir. Dezenformasyon, anket sonuçlarını etkilemiş olabilir Diğer taraftan, sorulan soru da çok genel. Hayatınızda değişiklik yapmak derken, bu değişikliğin ne olacağı net değil. Türkiye’de iklim yasası sürecinde iklim karşıtı bir sosyal medya kampanyası yürütüldü. Biz kendi yaptığımız çalışmadan, bu kampanyanın 2025 yılı Ocak ayında başladığını ve Temmuz ayında iklim yasası çıkana kadar devam ettiğini biliyoruz. ‘‘Yapay et yemek zorunda kalacağız’’, ‘‘tarım arazilerine el konulacak’’ veya ‘‘iklim değişikliği bir küresel komplodur’’ gibi çeşitli söylemler yaygınlaştı. Özgürlüklerin kısıtlanacağına, tarım vergisi geleceğine, karbon vergisi geleceğine dair doğru olmayan birçok iddia ortaya atıldı. Bu anket de tam olarak Ocak ve Nisan ayları arasında yapılmış. Dolayısıyla net söylemek mümkün değil ama ankete katılanların ‘‘hayatında değişiklik yapmak’’tan anladıkları, bu sosyal medya kampanyasında ortaya atılan yapay et yemek zorunda kalacakları veya tarım arazilerinin vergilendirileceği gibi, aslında gerçek olmayan konular olmuş olabilir. Ve bu değişikliği yapmak istemediklerini ifade etmiş olabilirler. Türkiye’nin uluslararası topluma inancı düşük Uluslararası toplumun iklim değişikliği sorununu çözebileceğine dair inanç, Türkiye’de diğer ülkelere düşük; bu konuda, anketin yapıldığı diğer ülkelerden net biçimde ayrışıyoruz. Bunun sebeplerini araştırmak gerekir ama benim aklıma gelen şu: Öncelikle Türkiye’de, Batı’nın ikiyüzlülüğüyle sürekli muhatap olunduğu düşüncesi oldukça yaygın. Kıbrıs meselesi, Avrupa Birliği üyeliği gibi çeşitli örnekler verebiliriz. Bunun doğruluğunu yanlışlığını bir tarafa koysak bile, Türkiye’de böyle bir algı var ve bu algı, çıkan sonuçta etkili olmuş olabilir. İkinci olarak yine bu anketin, iklim yasasıyla ilgili dezenformasyon sürecine denk gelmiş olması etkili olabilir. Çünkü bu sosyal medya kampanyasının en temel öğelerinden birisi, iklim değişikliğinin küresel bir komplo olduğuna yönelikti. İnsanlara yapay et yedirmek ya da tarımı bitirmek için yapılan küresel bir komplo olduğu söylendi. Eğer iklim değişikliğinin küresel bir komplo olduğunu düşünürseniz, tabii ki uluslararası toplumun bu sorunu çözeceğine de inanmazsınız. Sorumluluğun aslan payı, tarihi sorumluluğu yüksek ülkelerde Ankette aynı zamanda iklim değişikliği ile mücadeleden kimin daha çok sorumlu olduğuna dair de bir soru var. Çözüm için daha zengin ülkeler mi yoksa daha çok kirleten ülkeler mi daha fazla çaba göstermeli diye soruluyor. Bence bu sorunun sorulmasında bir sıkıntı var: ‘‘Kirleten ülke’’ dendiğinde, bugün kirletenlerden mi yoksa tarihsel sorumluluklar da göz önünde bulundurulduğunda daha çok kirletmiş olanlardan mı söz ediliyor? Bence bu soru, ‘‘tarihi kirletme sorumluluğu olan ülkeler’’ olarak sormuş olsalardı, Türkiye’de buna destek daha yüksek olabilirdi. Zaten küresel iklim politikalarında da oturmuş norm bu şekilde, tarihsel olarak kirletme sorumluluğu olan ülkelerin daha fazla çaba göstermesi gerekir. Bu soruya Türkiye ve Hindistan hariç tüm ülkelerde, daha çok kirleten ülkelerin daha çok çaba harcaması gerektiği şeklinde yanıt verilmiş. Hindistan’da da ‘‘daha zengin ülkeler yapsın,’’ denmiş. Bildiğiniz gibi Türkiye, karbon salımlarını azaltmaya yönelik adımlarını zamana yayarak atıyor. Kendi ekonomisinin yeterince güçlü olmadığını, önce sanayileşmiş ülkelerin zamanında yaptığını yaparak güçlenmesi gerektiğini öne sürüyor. Aşırı teknik dil, toplumu komplo teorilerine açık hâle getiriyor Geçen sene yaptığımız ankette, toplumun iklim değişikliği konusundaki farkındalığı oldukça yüksek çıkmıştı. Buna rağmen bu sene dezenformasyon kampanyası döneminde yapılan bu ankette, iklim değişikliğine olan inancın biraz daha düştüğü izlenimi ortaya çıkıyor. Bu, yapılan sosyal medya kampanyasının sınırlı da olsa başarılı olduğunu gösteriyor. Bu da iklim değişikliğine olan inancın kırılganlığına işaret ediyor. Bence bunun temel bir sebebi var: Aşırı teknikleşme. İklim değişikliğiyle ilgili raporlar, örneğin Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC) raporları, çok teknik. Bu konuyla doğrudan, bilimsel olarak ilgilenmeyen bir insanın okuyup anlaması çok zor. Bunların anlaşılması çok zor olduğu için de insanlar, sosyal medya kampanyasındaki gibi, doğal et yiyemeyeceklerine, tarım arazilerine el konulacağına dair daha kolay anlaşılan ve sorunu çöziümlediğini iddia eden komploları ve argümanları çok kolay satın alabiliyor. Bakanlık da bu durumun farkına vardı ve Temmuz ayında bu iddialara yönelik bir cevap yayınladı. ‘‘ İklim Kanunu Gerçekleri ’’ şeklinde bir paylaşım yaparak bu komplovari iddialara cevap verdi. Bu konuda iş siyasetçilerin yanında, bence biz sosyal bilimcilere düşüyor. Bu konuyu insanlara anlatabilmemiz gerekli ki bu sosyal medya kampanyası gibi tuzaklara düşmesinler, genel ve daha az kırılgan bir farkındalık oluşabilsin. Veri olsun, bilgi olsun, ancak bunlar aşırı teknikleşmiş olduğunda bu sefer insanlar ondan kaçıyor. Gençler harekete geçmeye gönüllü Biz geçen sene hazırladığımız raporda, iklim farkındalığının yaşla değiştiğine dair çok anlamlı bir ilişki bulamamıştık. Oysa bu raporda, genç nesillerin harekete geçmeye daha olumlu baktığını görüyoruz. Bunu okuduğumda çok mutlu oldum. Anketler çoğunlukla telefondan veya online yapılıyor, oysa bu anket yüz yüze yapılmış ve bu yönüyle çok kıymetli. Yüz yüze yapılması, toplumun farklı kesimlerine ulaşabildiklerini, daha derinlemesine sonuçlar edinebildiklerini gösteriyor. O yüzden bu anketin verisine güvenmek istiyorum. Evet, gençler daha hassas: Hem farkındalıkları daha yüksek hem de bireysel olarak kendi hayatlarında değişiklik yapmaya daha gönüllüler. Aynı zamanda eğitim seviyesi de artıyor ve eğitim seviyesi arttıkça hem bu konudaki farkındalık hem de bireysel hayatlarında değişiklik yapma konusundaki gönüllülük artıyor. Belki şöyle bir sebebi de olabilir: İklim yasası sürecindeki sosyal medya kampanyası, belli yaş üstündeki insanları daha çok etkilemiş olabilir. Üst yaş grubu, bu argümanlara daha kolay inanmış olabilir. Gençler daha sorgulayıcı olmuşlar ve çok da kolay inanmamışlardır diye düşünüyorum. Tarihi sorumluluğu olmayan ülkelerde bile farkındalık çok yüksek Genel olarak bakacak olursak, her ne kadar biz küçük ayrışmaları anlamlandırmaya çalışsak da genel olarak Türkiye de dahil olmak üzere çalışma kapsamındaki ülkeler farkındalık oldukça yüksek ve bu çok sevindirici. Belki ankette doğrudan sorulmamış ama buradan çıkarılabilecek bir diğer sonuç da iklim şüpheciliğinin son derece düşük seviyelerde olması. Ankette yer alan ülkeler, ‘‘orta gelir seviyesindeki ülkeler’’ olarak sunulmuş. Ancak iklim çalışmaları perspektifinden bakarsak, bunları gelişmekte olan ve iklim değişikliğinde tarihi sorumluluğu olmayan ülkeler olarak da tarif edebiliriz. Tarihi sorumluluğu olmayan ülkelerde bile farkındalığın bu denli yüksek olması son derece kıymetli.'' Kaynak: İklim Masası - www.iklimmasasi.com

logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.