SON DAKİKA
Hava Durumu

#Sağlık

Porsuk Haber Ajansı - Sağlık haberleri, son dakika gelişmeleri, detaylı bilgiler ve tüm gelişmeler, Sağlık haber sayfasında canlı gelişmelere ulaşabilirsiniz.

HIV Konusunda İş Birliği Ve Koordinasyon Toplantısı Gerçekleşti Haber

HIV Konusunda İş Birliği Ve Koordinasyon Toplantısı Gerçekleşti

Tepebaşı Belediyesi ve Türkiye Aile Planlaması Vakfı (TAPV) ortaklığıyla, HIV Önleme, Tanılama Çalışmalarında GDTM’ler için iş birliği ve Koordinasyon Toplantısı düzenlendi. HIV ile mücadelede erken tanı, hızlı yönlendirme, kurumlar arası koordinasyon ve toplum sağlığının güçlendirilmesi amacıyla, Türkiye Aile Planlaması Vakfı ile Tepebaşı Belediyesi Sağlık İşleri Müdürlüğü ortaklığında düzenlenen toplantıya; Tepebaşı Belediyesi Gönüllü Danışmanlık ve Test Merkezi (GDTM) çalışanları, şehirdeki hastanelerden temsilciler, meslek odaları, üniversiteler, dernekler, sivil toplum kuruluşları ve kent konseyleri katıldı. Toplantıda Sağlık İşleri Müdürü Aslı Ünügür, Sağlık İşleri Müdürlüğü’ne bağlı GDTM Birim Sorumlusu Dilara Kartal, Türkiye Aile Planlaması Vakfı’ndan Nurcan Müftüoğlu, Eskişehir Şehir Hastanesi’nden Uzm. Dr. Betül Altıntaş Öner, Anadolu Üniversitesi’nden Prof. Dr. Erol Nezih Orhon, birer konuşma yaptı. Yapılan konuşmalarda Eskişehir’de HIV tanılama ve tedavi çalışmaları, yürütülen HIV önleme, test ve danışmanlık hizmetlerinin mevcut durumu, karşılaşılan ihtiyaçlar ve iş birliğinin önemi üzerine değerlendirmelerde bulunuldu. Konuşmalarda, erken tanının önemi, kent genelinde sağlık hizmetlerinin geliştirilmesi ve paydaşlar arası iş birliğinin pekiştirilmesi vurgulandı. Toplantıda ayrıca HIV farkındalığını artırmak, test hizmetlerine erişimi kolaylaştırmak ve kurumlar arası koordinasyonu güçlendirmek adına tüm paydaşlarla yapılacak ortak çalışmalar, toplumsal farkındalığın artırılması ve test hizmetlerine erişimin kolaylaştırılması konuları ön plana çıktı.

Tepebaşı Belediyesi'ne "Sağlığı Geliştiren Belediye" Ünvanı Haber

Tepebaşı Belediyesi'ne "Sağlığı Geliştiren Belediye" Ünvanı

Tepebaşı Belediyesi, sosyal yapının ortaya çıkardığı ihtiyaçlara karşılık veren çalışmaları ve dezavantajlı kesimlerin sosyal hayata daha aktif katılmalarını sağlayan projeleri ile “Sağlığı Geliştiren Belediye Belgesi”ni almaya hak kazandı. Tepebaşı bölgesini geleceğe sağlıklı bir şekilde hazırlamak amacıyla, altyapıdan üstyapıya, sağlıktan istihdama, çevreden spora, sosyal tesislerden sanata, sağlıktan parklara kadar birçok alanda örnek çalışmaları hayata geçiren Tepebaşı Belediyesi, Türkiye’ye örnek olacak çalışmalara imza atıyor. Hayata geçirilen ve vatandaşa verilen kaliteli hizmet Sağlık Bakanlığı’nın ‘Sağlıklı Yaşamı Teşvik etmek ve yaygınlaştırmak” amacıyla başlattığı proje kapsamında “Sağlığı Geliştiren Belediye Belgesi”ni (SAGEB) almada belirleyici oldu. Uzman ekipler tarafından; Çocuk Ağız ve Diş Polikliniğinden Alzheimer Konukevi’ne, deneyimli vatandaşlar için hizmete açılan Metin Özöğüt Yaşam Merkezi’nden evde bakım hizmetlerine, Dil ve Konuşma Terapisi Merkezi’nden engelli bireylerin istihdamını sağlayan Montaj Atölyeleri ve Gökkuşağı Kafelere, psikolojik destekten danışmanlık hizmetine, çevre dostu projelerden sosyal tesislere, alt yapıdan üst yapıya kadar yapılan tüm çalışma ve projeler ilgili kriterlere göre denetlendi. Yapılan incelemeler sonucu Tepebaşı Belediyesi’ne Sağlığı Geliştiren Belediye unvanı verildi.

Efsane Cuma rekorları, Derinleşen Kriz, Tekstilde Aşırı Üretim Çıkmazı Haber

Efsane Cuma rekorları, Derinleşen Kriz, Tekstilde Aşırı Üretim Çıkmazı

Efsane Cuma satışları, 2024’te yalnızca 24 saatte 74,4 milyar dolara ulaşarak tüketimi rekor seviyeye taşıdı. Elektroniğin ardından en çok harcamanın yapıldığı tekstil sektörü ise hem iklim krizini derinleştirmesi hem de hesap verilebilirlikten uzak yapısıyla dikkat çekiyor. Fashion Revolution Türkiye raporunu değerlendiren Prof. Dr. Sedat Gündoğdu, sorunun ‘‘aşırı tüketim’’ değil, ihtiyaç yaratılarak sürdürülen bir ‘‘aşırı üretim’’ krizi olduğunu vurguluyor. Neredeyse hiç kullanılmadan atığa dönüşen tekstil ürünlerinin yarattığı sorunların geri dönüşümle çözülemeyeceğini belirten Gündoğdu, bu yöntemin ciddi çevre ve sağlık riskleri doğurduğunu söylüyor. Efsane Cuma (Black Friday) indirimleri, hem Türkiye’de hem de dünyada, aşırı tüketimi bir üst mertebeye taşıyor. 2024’te yalnızca 24 saat içinde 74,4 milyar dolarlık alışveriş yapıldı . Üstelik harcamalar, yıldan yıla artıyor: Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yalnızca online alışverişler için yapılan yaklaşık 11 milyar dolarlık harcama, bir önceki seneye kıyasla %10’luk bir artış ifade ediyordu. PwC’nin Türkiye’de yaptığı bir araştırmaya katılanların yüzde 87’si, bu sene Efsane Cuma’da alışveriş yapmayı planladığını aktardı . Küresel olarak giysiler, elektroniğin ardından en çok harcamanın yapılan ürün kategorisi olarak öne çıkıyor. Ne var ki tekstil sektörü yalnızca iklim değişikliğinin önemli sebeplerinden biri değil, aynı zamanda hesap verilebilirliğin olmamasıyla dikkat çekiyor ve halk sağlığı için önemli bir tehdit oluşturuyor. Fashion Revolution Türkiye ’nin ‘‘ What Fuels Fashion ’’ raporundan yola çıkarak değerlendirmelerini paylaşan Prof. Dr. Sedat Gündoğdu, aşırı tüketim değil aşırı üretim krizi ile karşı karşıya olduğumuzu söylüyor: ‘‘Aşırı tüketim tek başına anlamlı değil. Bugün birçok sektörde tüketimin ana sebebi üretim fazlalığı. Varolmayan bir ihtiyaç yaratılıyor ve biz de zaruri hâle gelen bu ihtiyaç üzerinden bir tüketim alışkanlığı geliştiriyoruz.’’ Tekstil ürünlerinin önemli bir kısmının neredeyse hiç kullanılmadan atık haline geldiğine dikkat çeken Gündoğdu, çare olarak öne sürülen geri dönüşümün hem mevcut sorunu çözemediğini hem de yeni sorunlar ürettiğini vurguluyor. Geri sistemsel çözüm çağrısı yapan çalışmalar. Dolayısıyla bunları bir kullanım rehberi olarak okumak yerine, bu raporları temel alıp kamuoyu baskısı oluşturmalı ve talepte bulunmalı. Firmaları hesap vermeye zorlayaca mekanizmaları devreye sokmak için bir rehber olarak algılamak gerekiyor.’’ Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi-Mercator 2025/2026 araştırıcısı ve Çukurova Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Sedat Gündoğdu’nun konuyla ilgili yaptığı değerlendirmelerde şu ifadelere yer verdi; Tekstil sektöründe hesap verilebilirlik çok düşük Fashion Revolution raporunun en çarpıcı bulgularından biri, tekstil sektöründe hesap verilebilirliğin sıfır olduğunu ortaya koyması. Hesap verilebilirlik ile ilgili herhangi bir planı olmayan, bunu dert etmeyen firma sayısının çok yüksek olduğunu görüyoruz. Fashion Revolution raporunda öne çıkan noktalar: •Markaların şeffaflık düzeyi endişe verici ölçüde düşük. Büyük çoğunluğunun kömürden çıkış veya temiz enerjiye geçiş için inandırıcı bir yol haritası yok. •Moda endüstrisi, iklim krizi için en acil çözüm fırsatı olan temiz ısıya yatırım yapmakta ciddi şekilde gecikiyor. •Tedarik zincirinde dönüşüm için gereken finansman sağlanmıyor. Bu yük, zaten düşü kâr marjlarıyla çalışan üreticilerin omuzlarına yükleniyor. •Markalar, tedarikçi ülkelerde yenilenebilir enerji politikalarını ve yapısal değişimi desteklemek konusunda hiç rol üstlenmiyor. •Şeffaf olmayan tedarik zincirleri, iklim risklerini değerlendirmeyi ve gerçek emisyon azaltımını imkansız hale getiriyor; hesap verilebilirliği ortadan kaldırıyor. Tekstil, insanın hayatında en fazla temas ettiği ürünlerin üretildiği bir sektör. Bebekler, çocuklar, yaşlılar, hastalar, herkes tekstil ürünlerine temas ediyor. Beşikten mezara diyebiliriz - kefen bile tekstil ürünü. Hayatımızda bu kadar ciddi yer tutan, insanla ve çevreyle bu kadar ilgili bir sektörde şeffaflığın, hesap verilebilirliğin bu kadar düşük olması, kaygı uyandırıcı. Bu konuda hazırlanan raporların büyük çoğunluğu aynı sonuçlara ulaşıyor: Hesap verilebilirlik yok, çevre sorumluluğu yok, varsa da çok düşük. Bu konularda mevcut yasaların da bağlayıcılığı da yok. Tüm bunlar, sistemsel bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Amaç, kullanım kılavuzu sunmak değil Burada tüketici-yasa yapıcı meselesini iyi değerlendirmek lazım. Tüketiciler, bu tür raporları bir kullanım kılavuzu olarak görmemeli. Bunlar ‘‘hangi markayı kullanayım, hangisini kullanmayayım’’ rehberi değil, sistemsel bir sorun olduğunu ortaya koyan ve sistemsel çözüm çağrısı yapan çalışmalar. Bir sorunu tespit ediyor ve yarattığı ya da yaratma potansiyeli taşıdığı etkileri anlatıyorlar. Dolayısıyla bunları bir kullanım rehberi olarak okumak yerine, bu raporları temel alıp kamuoyu baskısı oluşturmalı ve talepte bulunmalı. Firmaları hesap vermeye zorlayacak mekanizmaları devreye sokmak için bir rehber olarak algılamak gerekiyor. Örneğin bizim plastik kirliliğiyle ilgili yaptığımız çalışmaların sonucunda en çok aldığımız soru, ‘‘hangi marka?’’ oluyor. İnsanlar, ortadaki sorunun vehameti veya meselenin sistemselliği üzerine kafa yormak yerine, örneğin hangi tuz markasının en güvenilir olduğunu bilmek istiyor. Veya konserve balıklar üzerine çalışma yaptığımızda, ‘‘Hangi konserve balığı markasını tüketelim?’’ diye soruyorlar. Fakat gıda ürünleriyle yaptığımız bütün çalışmalarda plastik kirliliğini görüyoruz. Bu kadar mikroplastiğin bu ürünlerin içerisinde ne işi var? Bunun kaynağı nedir? Aslında bunu sorgulamak gerekiyor. Giydiğimiz her şey kimyasal muamele ürünü Tekstil ürünleri birkaç bileşenden oluşuyor. Birincisi, yapımda kullanılan ana malzeme yani iplik, kumaş, bunların üretildiği fiberler, fiberlerin üretildiği polimerler. Bir diğeri de bunlara şekil ve renk vermek üzere kullanılan kimyasallar. Bunları birbirine bağlamak için de yaka, kol, bileklik gibi farklı parçalar var. Bunların bir kısmı ya da tamamı plastik veya petrokimya türevli olabilir. Biz bunlara polikoton diyoruz, farklı malzemenin bir arada kullanıldığı gruplar. Ama burada en önemlisi şu: Bir tekstil ham maddesini, giyilebilir bir tekstil malzemesine dönüştürebilmek için inanılmaz bir kimyasal muamele yapmanız lazım. Tekstil ürünleri rengarenk, her sezonun farklı renkleri var. Bu konuda ‘‘RiverBlue’’ adında bir belgesel yapılmıştı ve belgeselin sonuna doğru, bir Asya ülkesinde, nehir kenarında bir uzmanla konuşuyorlardı. Uzman nehri göstererek, ‘‘Bu nehrin aktığı renk, bir sonraki sezonun moda renginin göstergesidir,’’ diyordu. Bunu unutmamak lazım: Giydiğimiz eşyalara rengini veren şey, bir kimyasal. Üretim dursa bile uzun yıllar yetecek kadar tekstil ürünü ürettik Çok eskiden, tekstilde doğal malzemelerin yaygın olduğu dönemlerde, bunlar daha çok doğal kaynaklardan elde ediliyordu. Ancak bugün karşı karşıya olduğumuz aşırı üretim, doğal kaynakların bu talebi karşılama ihtimalini ortadan kaldırdı. Tekstil üretimi çok fazla ve tekstil deyince aklınıza sadece giydikleriniz gelmesin: Oturduğunuz koltuktan, üstüne bastığınız halıdan, sandalyenin kaplamasına ve perdelere kadar hepsi tekstil ürünü. Ve bunların neredeyse yüzde 80’i sentetik malzemeden (polyester, akrilik, nylon vb.) oluşuyor. Bu da yıllık 100 milyon tona denk geliyor. Burada sadece tekstil için üretilen plastikten bahsediyoruz. Üstelik şu ana kada o kadar çok tekstil ürünü üretildi ki, bundan sonra tekstil üretimini durdursak dahi bizi uzun bir süre idare edebilecek kadar çok ürün var. Sorunların kaynağı aşırı tüketim değil aşırı üretim Aslında bütün sorunlarımızın kaynağı aşırı üretim. Aşırı tüketim tek başına anlamlı bir şey değil. Aşırı tüketildiği için aşırı üretimin tetiklendiği yaklaşım doğru bir formülasyon değil. Bugün birçok sektörde tüketimin ana sebebi, üretim miktarının fazlalığı. Bu, plastik ilk üretilip yaygınlaşmaya başladığında da böyle oldu. Plastik ilk olarak savaş malzemesi olarak üretilmiş ve kullanılmış bir malzeme; İkinci Dünya Savaşı’ndan önce günlük hayatta çok nadir kullanılıyor. Ancak İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte çok büyük bir plastik sektörü oluşuyor ve savaş bittikten sonra bu üretim kapasitesiyle ne yapacaklarını bilemiyorlar. Plastiğin gündelik hayatımıza sokulması da böyle oluyor: Birden piyasaya külotlu kadın çorapları sürülüyor ve hızla yaygınlaşıyor. Savaş malzemesi olan plastik, birdenbire kadınların kullandığı bir malzemeye dönüşüyor. Ardından farklı uygulama biçimleriyle birdenbire hayatımıza giriyor. Özetle o ana kadar varolmayan bir ihtiyaç yaratılıyor ve bu ihtiyaç, yaratıldıktan sonra zaruri hale geliyor. Biz de zaruri hale gelen bu ihtiyaç üzerinden bir tüketim alışkanlığı geliştiriyoruz. Bugün de bu kadar ciddi miktarda tekstil ürünü üretilmesi ve birçoğunun kullanılmadan çöplüklere ya da yakılmaya gönderilmesi veya çok hızlı bir şekilde çöpe dönüşmesi, bir üretim fazlasının göstergesi. Bu şartlarda tüketiciler, tüketmeyerek veya bir markayı satın almayarak, başka bir markayı tercih ederek, bu sistemsel soruna etki edebilecek durumda değiller. Asıl odaklanılması gereken, tekstil üretiminin fazlalığına yönelik eleştiriler yapılması ve bu konuda bir kamuoyu baskısı oluşturulması. Eşyaları tamir etmeyi öğrenmemiz lazım Üretici-tüketici ikilemine takılınca atlanabiliyor fakat burada yasa yapıcıların sorumluluğunu es geçmemeliyiz. Burada belediyelere çok önemli bir iş düşüyor. Belediyelerin, ikinci el eşya toplamak gibi bir işe girişmek yerine insanlara tamir etmenin erdemini anlatması, bunu öğretmesi gerekiyor. Tamir önemli bir mekanizma ve dünyanın birçok ülkesinde yapılıyor. Türkiye’de ise giysiler kutularda toplanıyor ve nereye gittiği bile belli olmuyor. İhtiyacı olan kişi, bu kutulardan giysi alamıyor; almasına suç veya ayıp gözüyle bakıyor. Oysa Finlandiya’dan bir örnek vereyim: Finlandiya’da yerel yöneticiler, ikinci el eşyalarınızı teslim edebileceğiniz noktalar kurmuşlar ve bu eşyalar buralarda satılıyor. Giymediğiniz bir elbisenizi götürdüğünüzde yıkıyorlar, tamir ediyorlar ve satıyorlar. Bizde ise mentalite çok farklı: Biri bir giysiyi artık giymiyorsa ya kötüdür, ya kirlidir. Başkasının giymediğini giymeye de kültürel olarak iyi bakılmayabiliyor. Ürünler ucuz fakat kalitesiz ve hızla bozuluyor Terzi sayısında da ciddi bir azalma var çünkü para kazanamıyor, kimse diktirmiyor, tamir etmiyor. Her yerde mağazalar var, markaların ucuz taklitlerini satıyorlar. İnsanlar tamir ettirmektense ucuza yenisini almayı tercih ediyor. Oysa bu ürünler de çok çabuk deforme oluyor, giyilmez hale geliyor. Tekstilin kalitesi de çok düştü. Bunun altında yatan en önemli nedenlerden biri de kullanılan ürünün kalitesizliği; en başta da plastik geliyor, özellikle geri dönüştürülmüş olanlar. Geri dönüştürülen plastik kalitesizleşiyor Geri dönüşüm denilen şey, aslında gerçek bir geri dönüşüm değil. Bir sektörün çıktısı, girdi olarak kullanılıyor. Burada bir tekstil ürünü geri dönüştürülüp yeniden tekstil ürünü olarak üretiliyor gibi düşünmeyin - bu, ihmal edilebilir seviyede Plastiğin sağlık maliyeti: 1,5 trilyon dolar Son raporlar , plastiğe bağlı tüketim alışkanlıklarının 1,5 trilyon dolarlık sağlık maliyeti olduğundan söz ediyor. Plastikle ilgili en büyük sorunlardan biri, yarattığı sağlık maliyetinin hep göz ardı edilmesi. Bugün plastik ve kimyasallara bağlı olarak ortaya çıkan inanılmaz bir kanser pandemisi var. Kanser harcamaları için devletin sosyal güvenlik üzerinden harcadığı parayı düşünün. Bu parayla sağlıklı ve güvenceli bir yaşam hakkı sağlamak için ciddi bir kaynağa sahip olursunuz. Bu da azaltılacak üretimle ortaya çıkan mağduriyetleri gidermeye fazlasıyla yeter. Çocuk ürünü olarak kullanılması yasaklanmalı Yasa yapıcıların çocuk meselesine özellikle dikkat etmesi gerekiyor. Kamuoyunun da bu yönde talepte bulunması lazım. İçeriğinde çok sayıda kimyasal olan plastik ürünlerin çocuk ürünü olarak kullanılmasının yasaklanmasından başka çare yok. Telkin ederek veya gönüllü taahhütlerle olacak iş değil. Hamile kadınlar da en kırılgan olan gruplardan bir diğeri. Yaşlılara, çocuklara ve özellikle hamile kadınlara yönelik ürünlerde plastik kullanımının sınırlandırılması gerekiyor. Gıda için de durum böyle; bazı ürünlerin çocuk gıdası olarak kullanılmasının engellenmesi lazım. Birkaç gün önce yayımlanan yeni bir araştırma da gıda ambalajlarında kullanılan geri dönüştürülmüş plastiklerin, sanılandan daha yüksek seviyelerde istenmeyen kimyasal içerdiğini ortaya koyuyor. Üretim zincirinin farklı aşamalarını inceleyen araştırmacılar, geri dönüştürülmüş PET’te her adımda sağlık açısından riskli bazı kimyasal kalıntılar biriktiğini tespit ettiler. Bu maddelerin seviyesinin saf PET’te en düşük, tamamı geri dönüştürülmüş ham maddeden üretilenlerde ise en yüksek olduğu ölçüldü. Çalışmaya göre gıda ile temas eden bu tür plastiklerin daha güvenli olabilmesi için geri dönüşüm süreçlerinde daha sıkı kontrol ve denetim gerekiyor. Kirliliğe maruz kalmak da sınıfsal Bunun yanı sıra mesela biberon - parası yetmeyen polipropilenden kalitesiz biberon almak zorunda kalıyor. Üzerindeki lateks petrol türevli bir kauçuktan yapılıyor ve son derece zararlı. Kirliliğe maruz kalmak da sınıfsaldır, bunu unutmamak gerekiyor. Öte yandan Türkiye’de toplum gelir açısından büyük ölçüde homojenize oldu. Bu kirliliğe hemen herkes maruz kalıyor, daha güvenli alternatiflere erişebilenlerin sayısı çok az artık. Bu giydiğiniz elbisede de, içtiğiniz suda da böyle. Bugün çeşmeden içilebilir su akmadığı için insanlar damacana veya PET şişe su içmek zorunda. Ya da arıtma kullanmak zorunda kalıyorlar ancak arıtma da suyun içerisindeki bütün minerali alıyor. Kamunun üstlenmesi gereken sağlıklı suyu üretme görevi için insanlar kaynak ayırmak zorunda kalıyor. Üstelik içemediği suya da tonlarca para harcıyor. En kolay adımlarla başlayalım Adım atmaya en kolay olandan başlayalım. Bir şeyleri başarabildiğimize dair özgüvenimiz arttıktan sonra daha cesur adımlar atabiliriz. Uçaklarda kullanılan plastikleri, bilgisayarlarda kullanılan plastikleri düşünmeye başlamak bile insanı yoruyor ve tıkanmış hissetmesine neden oluyor. Ama henüz bunları düşünmeyelim, işe tek kullanımlık plastikleri yasaklayarak başlayalım - ki tekstil sektörü giderek daha fazla tek kullanımlık PET şişe’den üretilmiş kalitesiz polyester malzemeye bağımlı hale geliyor. Veya tekstil sektöründe, yılda 3-4 kreasyon yaratmaktan vazgeçmek bile bir miktar iyileşme sağlayabilir. En kolay adımlardan başlama işini sistemik düzeyde ve bireysel düzeyde farklı farklı ele alabiliriz. Bireysel düzeyde, kendimizden başlayabiliriz. Tıklık tıklım dolu bir dolaptan, gösterişli olma çabasından vazgeçerek başlayabiliriz. Alma özgürlüğünün olması, her şeyi almanız anlamına gelmemeli. Hiç değilse bu soruna bireysel katkımızı azaltabiliriz. Sistemsel düzeyde ise tekstil sektöründeki aşırı boya ve plastik kullanımını gözden geçirip düzenlemek, sınırlamalar getirmek gerekiyor. Mesela çocuk tekstilinden veya ev tekstilinden başlanabilir. Bugün üzerinde polyester, akrilik dışında herhangi bir tekstil malzemesi bulunan ev eşyası almak mümkün değil. Bunlara sınırlamalar getirilmesi gerekiyor. Farkındalık yeterli değil, yasaklamak gerekiyor Doğayı ancak yasaklarla koruyabilirsiniz. Bu Türkiye için de Avrupa için de böyle. Avrupa’da da bu işler gönüllülükle yürümüyor, yasaklıyorlar. Mesela sim üretimini yasakladılar, ‘‘sim kullanmayalım arkadaşlar’’ diye çağrıda bulunmadılar. Artık Avrupa Birliği içinde sim üretilemeyecek ve kullanılmayacak. Benzer şekilde kozmetik ürünlerin içine mikroplastik eklenmesini yasakladılar. Tek kullanımlık plastiklerin önemli bir kısmını yasakladılar. Bunlar eğitimle veya gönüllülükle olacak işler değil. ‘‘İnsanlar cahil, ürünü kullanmayı bilmiyor,’’ yaklaşımı, endüstrinin temel yaklaşımı. Plastiğin sebep olduğu bir sorun yok, bu bir atık meselesi, diyorlar. İnsanlar nasıl tüketmesi gerektiğini veya atığını ne yapması gerektiğini bilmediği için bu sorunla karşılaşıyoruz, diyorlar. Özetle bütün sorumluluğu bizim üzerimize atıyorlar. Bizim elbette sorumluluğumuz var ama sorunun kaynağı biz değiliz. Ben kendimi bu sorundan uzaklaştırmaya çalışabilirim ama ben uzaklaşınca sorun çözülmez. Sorunun kaynağı çok daha sistemsel.'' Kaynak: İklim Masası - www.iklimmasasi.com Kaynak: Prof.Dr. Sedat Gündoğdu

Zoonotik Hastalık ve Gıda Zehirlenmelerini Bakanlık İzliyor mu? Haber

Zoonotik Hastalık ve Gıda Zehirlenmelerini Bakanlık İzliyor mu?

CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer Sağlık Bakanı Prof.Dr Kemal Memişoğlu’na gıda zehirlenmeleri ve Zoonotik hastalıklara yönelik bir dizi sorular yöneltti. Gürer “Gıda güvenliği, pestisit–aflatoksin sağlığa etkileri, ambalajlı su içeriği, GDO’lu yemler, halk sağlığına etkileri, nişasta bazlı şuruplar, baz istasyonları ve çevresel risklerden personel yetersizliğine kadar pek çok kritik alanda Bakanlığa sorular yöneltti. “NİŞASTA BAZLI ŞURUPLAR, PESTİSİT, AFLATOKSİN: ETKİLER ARAŞTIRILIYOR MU?” CHP Milletvekili Ömer Fethi Gürer, halkın her gün tükettiği ürünlerdeki risklerin bilimsel olarak araştırılmadığını belirterek, “Nişasta bazlı şurupların insan sağlığına etkisi incelendi mi? Pestisit ve aflatoksin kalıntılarının hastanelere yansıyan sonuçları var mı? İçme sularında arsenik, demir, klor gibi maddeler için uzman takibi yapılıyor mu? Bu alanda ihtisaslaşmış kaç doktor var?” GÜNEŞ ÇARPMASI, GIDA ZEHİRLENMELERİ, BULAŞICI HAYVAN HASTALIKLARI… CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, sağlık sisteminin parçalı yapısının vatandaşı mağdur ettiğini belirterek: “Bu alanlarda Bakanlığın bütüncül bir çalışması var mı? Yoksa her kurum ayrı yönlere mi çekiyor?” AMBALAJLI SUYUN DAMACANA KULLANIM SAYISI Ambalajlı suların denetim sürecine değinen Ömer Fethi Gürer şu soruları sıraladı: “Radyasyon dahil ambalajların güneşte bekleme süresine kadar inceleme yapılıyor mu? Damacanalar kaç kez kullanılıyor? Bu konuda şeffaf bir denetim var mı?” “İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ, YENİ HASTALIKLAR VE ZOONOTİK RİSKLER İÇİN HAZIRLIĞINIZ VAR MI? CHP Milletvekili Ömer Fethi Gürer geleceğe dönük riskleri de değindi, iklim değişikliği kaynaklı yeni hastalık tiplerine karşı Bakanlığın hazırlığının olup olmadığını sordu: “Gıda zehirlenmeleri artıyor, zoonotik hastalıklar yaygınlaşıyor. Bu alanlarda sağlık eğitiminde yeni düzenlemeler yapılacak mı? Tıp eğitiminde gıda ve zoonotik hastalıklar için özel bir branş düşünülüyor mu?” “ŞAP, ŞARBON, BRUSELLA… HAYVAN HASTALIKLARININ İNSANA ETKİSİ İZLENİYOR MU?” CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, zoonotik hastalıklara dair verilerin şeffaf olmadığını belirterek, “Tarım ve Orman Bakanlığı ‘biz bakıyoruz’ diyor ama Sağlık Bakanlığı verisi yok. 2025 yılında kaç zoonotik vaka saptandı? Kaç zehirlenme, kaç ölüm yaşandı? GDO’lu yemlerle beslenen hayvanların insan sağlığına etkisi incelendi mi? Bu konular halk sağlığı için kritik” diye konuştu. “BAZ İSTASYONLARININ, YÜKSEK ENERJİ HATLARININ İNSAN SAĞLIĞINA ETKİSİ İZLENİYOR MU?” Ömer Fethi Gürer, çevresel risklere ilişkin sorular yöneltti: “Baz istasyonlarının, yüksek enerji hatlarının insan sağlığına etkisine ilişkin bilimsel bir izleme yapılıyor mu? Bu konuda veri paylaşacak mısınız?” “VETERİNER HEKİMLER HASTANELERDE GÖREVLENDİRİLECEK Mİ?” Zoonotik hastalık yükünün arttığını belirten Ömer Fethi Gürer: “Hayvan hastalıklarının insana geçişi olası ise , veteriner hekimlerin hastanelerde görev alması düşünülüyor mu?” “HİZMET ALIMINDAKİ ÇALIŞANLAR VE 39 BRANŞTA ATANAMAYAN MEZUNLAR KADRO BEKLİYOR” CHP Milletvekili Ömer Fethi Gürer, Sağlık Bakanlığında hizmet alımı ile çalışan personelin de büyük mağduriyet yaşadığını belirterek, “Hastane bilgi işlemciler, görüntüleme merkezi çalışanları, yemekhane çalışanları, güvenlik, şoför… Hizmet alım sözleşmesine takılan binlerce kişi kadro bekliyor. 39 farklı sağlık branşında atanamayan on binlerce mezun var. Örneğin, 10 yılda 50 bin fizik tedavi mezunu verilmiş, Bakanlık sadece 1.651 kişiyi atamış. Tıbbi sekreterinden paramediğine kadar her gün bize mail geliyor; hastanelerde eleman açığı ciddi boyutlarda,” dedi. “SURİYELİDEN İLAÇ KATKI PAYI ALINMIYOR, EMEKLİDEN NEDEN ALINIYOR?” Ömer Fethi Gürer, sağlıkta adaletsizlik olduğunu ifade ederek şu soruyu yöneltti: “Suriyeliden ilaç katkı payı alınmazken emekliden neden alınıyor? Bu ayrımcılıktır.” “KAPATILAN SAĞLIK OCAKLARI ÇÜRÜYOR” Niğde’de rahmetli Sağlık Bakanı Doğan Baran döneminde köylere kadar sağlık ocakları bulunduğunu hatırlatan Gürer: “AKP iktidarı bu sağlık ocaklarını kapattı, binalar çürümeye terk edildi. Aile hekimliği sistemi doktor yetersizliği nedeniyle köylerde işlemiyor. Halk ulaşılabilir sağlık hizmeti bekliyor ama bulamıyor.” FİZİK TEDAVİ HASTANESİ ÇUKUR OLARAK KALDI BOR FİZİK TEDAVİ HASTANESİ NE ZAMAN YAPILACAK? CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, Niğde Bor ilçesi Fizik Tedavi Merkezi Hastanesi depremden sonra kullanılamaz raporuyla yıkıldı. Devlet hastanesinin yanında yeni hastane için çukur açıldı, Şubat 2025'te hastane yapımının biteceği duyuruldu; temel çukur olarak kaldı, müteahhit işi bıraktı, gitti, daha da temel atılmadı. Çukur açılan yerden fay hattı geçtiği gerekçesiyle başka bir yere inşaatın yapılacağı söyleniyor. Nasıl bir fay hattıysa, 100 metre yakınındaki devlet hastanesi için risk değil de yapılacak hastane için risk oluşturuyor. Fizik tedavi hastanesi ne zaman, nerede yapılacak, 2026 yılı programında var mı? Bor merkezde eski devlet hastanesi de yıkıldı "Bu alanda sağlık bilimleriyle ilgili bir yatırım olacak." denildi; tabela var, arsa olarak kaldı. Niğde'de rahmetli Sağlık Bakanı Doğan Baran döneminde köylere kadar sağlık ocakları vardı, hepsi kapatıldı, binalar çürümeye terk edildi,” dedi. “NİĞDE’DE ONKOLOJİ ENDOKRİNOLOJİ NEFROLOJİ DOKTORU YOK…” Niğde’de doktor eksikleri bulunduğunu vurgulayan CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, özellikle kritik branşlarda yurttaşların mağdur olduğunu belirterek, “Niğde’de onkoloji, gastroenteroloji, nefroloji, göğüs hastalıkları, endokrinoloji, çocuk endokrinolojisi doktoru yok. İlçelerde de doktor yetersizliği var. Kemoterapi gören hastalar haftada beş gün, beş dakikalık ışın tedavisi için başka illere gidiyor; otel parası, yol masrafı, moral bozukluğu… Bu nasıl bir sağlık hizmetidir? Niğde’ye ışın tedavi merkezi ne zaman kurulacak?” “MESLEK HASTALIKLARI, YANIK TEDAVİLERİ, BAĞIMLILIK MERKEZLERİ… VERİLER NEREDE?” Gürer, “2024–2025 yıllarında kaç kişi meslek hastalığı nedeniyle tedavi gördü? Kaç kişi sağlık raporuyla zorunlu emekli edildi? Son iki yılda kaç yanık vakası oldu, kaç hastanede yanık ünitesi var? Kaç ilde madde bağımlılığı ile mücadele merkezi var? Sigara kadar madde bağımlılığına karşı neden mücadele edilmiyor? Mevcut merkezler yeterli mi?” dedi.

Nefesin Daralıyorsa KOAH'ı Düşün Haber

Nefesin Daralıyorsa KOAH'ı Düşün

Eskişehir İl Sağlık Müdürü Doç. Dr. Yaşar Bildirici 19 Kasım Dünya KOAH Günü kapsamında açıklamalarda bulundu. Eskişehir İl Sağlık Müdürü Doç. Dr. Yaşar Bildirici, Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı’nın (KOAH) tüm dünyada en sık ölüm nedenleri arasında yer aldığını belirterek, hastalığın erken dönemde teşhis edildiğinde kontrol altına alınabildiğini vurguladı. KOAH’ın nefes darlığı, kronik öksürük ve balgam gibi kalıcı şikâyetlerle seyreden, ilerleyici ve yaşam kalitesini ciddi şekilde etkileyen kronik bir hastalık olduğunu ifade etti. Doç. Dr. Bildirici, dünyada 40 yaş üzeri bireylerde KOAH görülme sıklığının %10 seviyelerinde olduğunu, Türkiye’de ise yaklaşık 4 milyon KOAH hastası bulunduğunun tahmin edildiğini belirterek, “Ne yazık ki KOAH hastalarının büyük bölümü hâlâ tanı almamış durumdadır. Bu da hastalığın ilerlemesine ve yaşam kalitesinin düşmesine yol açmaktadır” dedi. “Sigara kullanımı KOAH’ın en temel nedenidir” Hastalığın en önemli risk faktörünün tütün kullanımı olduğuna dikkat çeken Doç. Dr. Bildirici, “KOAH hastalarının yaklaşık yüzde 80’inde sigara içme öyküsü bulunmaktadır. Elektronik sigara, nargile gibi diğer tütün ürünleri ve pasif içicilik de aynı şekilde risk oluşturmaktadır” şeklinde konuştu. Bildirici, hava kirliliği, biyokütle yakıtlarının dumanına maruziyet, iş yerinde toz ve kimyasal maddelere uzun süreli temasın da KOAH gelişiminde önemli rol oynadığını belirtti. “Erken tanı hayat kurtarıcıdır” KOAH’ın en erken belirtisinin kronik öksürük olduğunu söyleyen Bildirici, hastaların bunu çoğu zaman sigaraya bağlayıp önemsemediğini kaydederek, “40 yaş üzerinde olup sigara kullanan, nefes darlığı, öksürük ve balgam yakınması olan herkesin mutlaka KOAH açısından değerlendirilmesi gerekmektedir” dedi. KOAH tanısının, sağlık kuruluşlarında yapılan basit bir “nefes ölçüm testi (spirometre)” ile kolayca konulabildiğini belirterek, erken teşhisin hastalığın ilerlemesini önemli ölçüde yavaşlattığını ifade etti. “Tedavide inhaler ilaçlar ve düzenli takip çok önemlidir” Doç. Dr. Bildirici, KOAH tedavisinde solunum yoluyla kullanılan inhaler ilaçların temel rol oynadığını, bu ilaçların doğru ve düzenli kullanılmasının hayati önem taşıdığını söyledi. Hastalığın ağırlaştığı dönemlerde evde oksijen tedavisi ve solunum cihazı gerekebildiğini, grip ve zatürre aşılarının da alevlenmeleri azaltmada kritik öneme sahip olduğunu belirtti. Eskişehir’de 9 Sigara Bırakma Polikliniği Hizmet Veriyor KOAH’la mücadelenin en etkili adımının sigarayı bırakmak olduğunu vurgulayan Doç. Dr. Bildirici, Eskişehir’de hizmet veren 9 sigara bırakma polikliniği hakkında da bilgi verdi. Bildirici, vatandaşların Eskişehir Şehir Hastanesi, Yunus Emre Devlet Hastanesi, Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi, ilçe devlet hastaneleri ve Sağlıklı Hayat Merkezleri bünyesinde ücretsiz sigara bırakma danışmanlığı alabileceğini belirtti. Bu polikliniklerde bağımlılık değerlendirmesi yapıldığını, hekimler tarafından kişiye özel tedavi planları oluşturulduğunu ve nikotin bağımlılığıyla mücadelede etkin destek sağlandığını ifade etti. Mobil Sigara Bırakma Polikliniği Hizmete Başladı 2025 yılı itibarıyla Eskişehir’de Mobil Sigara Bırakma Polikliniğinin de hizmete başladığını duyuran Doç. Dr. Bildirici, uygulamanın özellikle ulaşım güçlüğü yaşayan vatandaşlara büyük kolaylık sağladığını belirterek şu ifadeleri kullandı: “Mobil Sigara Bırakma Polikliniğimiz ile kırsal bölgelerde yaşayan, sağlık tesislerine erişimde zorluk çeken vatandaşlarımıza yerinde danışmanlık ve tedavi hizmeti veriyoruz. Amacımız, sigarayı bırakmak isteyen herkese daha hızlı ve etkili bir şekilde ulaşabilmek.”

Tüm Yitirdiklerimize Rağmen Hala Etkili Önlemler Alınmıyor! Haber

Tüm Yitirdiklerimize Rağmen Hala Etkili Önlemler Alınmıyor!

Eskişehir Bilecik Tabip Odası tarafından sağlık çalışanlarına yönelik şiddet ve kadına yönelik şiddet olayları ile kadın cinayetleri ile ilgili bir basın açıklaması yapıldı. Basın toplantısında konuşan Eskişehir Bilecik Tabip Odası Şube Sektereri Nesrin Küçük şu ifadeleri kullandı; “19 Kasım, sağlık emekçilerinin ve kadınların yaşam hakkının korunamadığı ülkemizde, giderek derinleşen şiddet sarmalının en ağır biçimlerinden birini yeniden hatırladığımız acı bir gündür biz kadın hekimler için. Bugün hem Samsun’da sekreterini eski eşinin şiddetinden korumaya çalışırken katledilen meslektaşımız Dr. Aynur Dağdemir’in bizden koparılışının 10. yıl dönümü hem de sağlık çalışanlarına yönelik şiddet ve kadına yönelik şiddette yitirdiklerimizi andığımız ve şiddete karşı hep beraber sesimizi yükselttiğimiz bir gün. Her geçen gün yaşamın her alanında yükselen şiddet dalgası normalleşirken, sağlık çalışanlarının, özellikle de kadınların güvensiz çalışma alanlarında maruz kaldıkları şiddet artarak daha görünür hale geliyor. Ancak tüm yitirdiklerimize rağmen hala etkili önlemler alınmıyor, yeni kayıplar, acılar yaşıyoruz. Alanya’da Dr. Melek Bağçe, Nizip’te Dr. Feray Balkan, İstanbul’da Hemşire Sibel Kavılı, Mersin’de Hemşire Ayfer Kaya, Denizli’de Hemşire Hülya Tortop, Bursa’da Diş Hekimi Yasemin Uludağ Çetin, Adana’da Hemşire Saniye Arslan ve Ebe Ayşe Merve Sağ. Hepsi boşanma veya ayrılık süreçlerinde erkek şiddetiyle yaşamdan koparıldı. Onları unutmadık, unutmayacağız, unutturmayacağız! Sağlık çalışanlarına yönelik şiddet, sadece sağlık sisteminin sağlık personelini yalnızlaştırarak korunaksız bırakması sonucu değil; kadınlara yönelik toplumsal şiddetin, eşitsizliğin ve değersizleştirmenin bir yansıması olarak da karşımıza çıkıyor. Şiddet artık kadınları ıssız sokaklarda değil, en güvenli olması gereken alanlarda bile kolayca buluyor. Kadınların evinde, işyerinde ve sokaklarda şiddet tehdidi altında yaşadığı bir ülkede, sağlık alanının da güvenli olmasını beklemek giderek imkânsız hale geliyor. Kadınları yoksullaştıran, güvencesizleştiren ve aile içine hapsetmeyi hedefleyen; eşitsizlikleri derinleştirip değersizleştiren politikalar, onları hem evde hem işte hem de kamusal alanda sistematik şiddet riskiyle sürekli karşı karşıya bırakıyor. Giderek yaygınlaşan şiddet dilinin, cezasızlığın, üzeri örtülen şiddet verilerinin, alınan siyasi kararların ve uygulanması hedeflenen yeni politikaların da sürekli yükselen toplumsal şiddeti daha da besleyeceğini görüyoruz. 2025’i “Aile Yılı” ilan ederek, nüfus politikalarını gündeme alarak, medeni haklar, nafaka ve miras haklarını tartışmaya açarak kadın bedeni üzerinde tahakküm kurmaya çalışmaktan hiç vazgeçmeyen, kadını sadece “aile içinde” tanımlayan iktidar politikaları, eşitsizlikleri derinleştirerek kadına yönelik şiddetin hem görünmez hale gelmesine hem de artmasına ve meşrulaşmasına zemin hazırlıyor. Son dönemde hazırlanan 11. Yargı Paketi, LGBTİ+ bireylerin görünmez kılınması, haklarının geriletilmesi ve varoluşlarının kriminalize edilmesi yönünde düzenlemeler içeriyordu. Her ne kadar kadınlar ve LGBTİ+ bireylerin mücadelesi sonucunda bu düzenlemeler geri çekilmiş olsa da toplumun bir kesimini hedef alan politikalar devam ediyor. Bu adımlar, şiddetin meşrulaştırılmasına ve ayrımcılığın normalleşmesine zemin hazırlıyor. Böylece LGBTİ+ bireylere yönelik nefret iklimi büyürken, toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve şiddet tüm alanlarda daha da derinleşiyor. Bizler, 19 Kasım’da meslektaşımız Dr. Aynur Dağdemir’i anarken şunu hatırlatmak istiyoruz: Şiddetin sağlıkta, evde, sokakta, siyasette ve medyada normalleştirildiği bu dönemde, şiddetin her türüne karşı ses çıkarmak, dayanışmayı büyütmek ve kadına karşı şiddeti önleyici politikaların hayata geçirilmesini ısrarla talep etmek zorundayız. Bu nedenle, yaklaşan 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nde tüm kadın örgütleriyle herkesi; kadınlara, LGBTİ+ bireylere, sağlık emekçilerine, çocuklara, doğaya, hayvanlara ve tüm topluma yönelen bu şiddet düzenine karşı hep birlikte, daha güçlü bir şekilde ve gür bir sesle yan yana gelmeye, mücadele etmeye çağırıyoruz.”

logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.